COVİD-19 Koronavirüs (2020) & ALBERT CAMUS VEBA (1997)
Albert Camus un bendeki son kitabını da okumaya karar verdim. Veba. Evet bu zor zamanlarda, her birimizin evlerden çalışmaya başladığı, insanların sokaklara çıkmaktan imtina ettiği, çoğu şirketin çalışanlarını evine gönderdiği, iş çıkışı vermemiş olanların evinden çalışmaya devam ettiği, özellikle altmış yaş üzeri insanların oldukça fazla etkilendiği ve neredeyse boğularak can verdiği, ve bu verilen canların her geçen gün katlanarak çoğaldığı bir ortamı yaşıyoruz. Corona virüs adı altında, bütün dünyayı sarmış bu hastalık, şu an hayattaki tek gerçeğimiz diyebilirim.
İnsanlar ailelerinden ayrı. Neredeyse bir oyunun içindeydik ve baş hakem birden düdüğü çalıp herkesin kıpırdamadan durması gerektiğini söylemiş gibi.
Birbirimizle temas etmemeye çalışarak, yüzlerimizi örten maskeler, ellerimize giydiğimiz eldivenler ve kalplerimizde taşıdığımız endişeyle, yan yana bile durmaktan kaçındığımız, sarılarak öperek sevmeye alıştığımız ailelerimizin sadece seslerini duyarak yetinmeye çalıştığımız bir dönemdeyiz.
Çin topluluğunun, özellikle canlı hayvanları ve onları yakarak, işkence ederek öldürdüğü, bizim evlerimize alıp sevmeye kıyamadığımız kedileri köpekleri türlü işkencelerle öldürüp oracıkta satışa çıkaran, kanatlı vahşi hayvanların, özellikle yarasaların insanların mutfak kültürüne dahil olmasıyla patlak vermiş bir durum ve her virüste olduğu gibi bu virüsün de şekil değiştirme yeteneğinden dolayı şu anda insanların bünyesinde rahatlıkla yaşayabilen bir canavar doğurmuş olundu.
Zaman içinde her toplumda gözlemlenmiş olan ve bilinmez olandan korkmayı temsil eden bu virüsün şu anda herhangi bir tedavisi ya da aşısı yok. İnsanlar ateş, öksürük, halsizlik gibi şikayetler göstererek hızla ağırlaşıyor ve oldukça yüksek bir bulaşma riskinden dolayı kendilerini karantina altına almak ya da daha ağır durumlarda hastaneye kaldırılmak zorunda kalıyorlar. Bunun şöyle bir hendikabı var, hastalık korkusunun verdiği gerginlik ve sosyal hayatın bitme noktasına gelmesinden kaynaklanan sıkıntının birleşimiyle semptomlardan birini az miktarda hisseden insanlar bu virüse yakalanmış olma korkusundan hastanelere taşınıyor ki bu da bulaşıcı riski çok yüksek olan hastalığın sağlıklı ama kendini hasta zanneden insanlara rahatlıkla geçip gerçekten hasta olmalarına sebep oluyor.
Rekabetin ve doymazlığın zirvesini yaşayan insanoğlu, şimdi evlerinde ve minimum sosyalleşme ile yaşıyor. Elbette herkesin karantina şartlarının aynı olmadığını da söylemek doğru olacaktır ama en nihayetinde yaşanılan sıkıntı ve endişelerin ortak olması insanları bir paydada topladı.
Yeri geldi gecesini gündüzüne katan ve bu süre zarfında asla durmadan, hastalıkla, deyim yerindeyse kıran kırana savaşan doktorlar balkonlardan belli saatlerde üç gün boyunca alkışlandı, sosyal medyadaki ”evdekal” çağrısı herkesi birleştirdi, yeni sorunlar yeni kaygılar türedi ki bu da ortaktı.
Dolayısıyla birbirini unutan ve bireysel yaşayan herkes aslında aynı koşullar çerçevesinde birleşmiş oldu.
Şimdi bu şartlarda yaşam devam ederken, ve bu yeni türemiş olan, daha doğrusu yıllardır hayvanlarda var olan ama özellikle yarasaların, insanların sofra kültürlerine dahil olmasıyla tek bir kişide mutasyona uğrayıp sonra bütün insanlara varlığını ispatlayan bu virüsün gölgesi altında, yıllar yıllar önce yazılmış ve şimdiki koşullara paralel ilerleyen bir kitabı okuyor olmak hem çok büyüleyiciydi hem de biraz ürpertici. Çünkü yaşanan talihsizlikler, başta insanların çok ciddiye almaması ve tedbir almıyor olmaları, sonra dalga dalga yayılan panik havası, insanların sevdiklerinden ayrı kalma durumları, gün geçtikçe artan ölülerin önce kimsesizler gibi yakınlarının kabul edilmediği, uzaktan bakabildikleri cenazeler hazırlanması, daha sonra erkeklerin ve kadınların, kazılan büyükçe bir mezar açıp tabiri caizse atmaları, daha sonra cinsiyete bile dikkat edilmeden bu işlemin tekrarlanması, sağlık görevlilerin yetersiz kalacakları aşikar olduğu için siviller arasından seçilen yardım ekiplerinin oluşturulması, din adamlarının insanları sükunete çağırmaları, valilerinin insanlara yardımcı olacak açıklamalarda bulunmaları gibi detaylar günümüz gerçeğiyle de örtüşüyor.
Bazen seyirci kalmakla oyunun içinde olmak arasında seçim yaparsın. Ama bazı durumlarda da şartlar o seçimi senin adına senin iraden olmadan yapar. Veba’da anlatıldığı gibi kemirgen hayvanlardan insanlara geçen ve orada mutasyona uğrayarak insandan insana geçen bu hastalık, insanları sanrılı ateşlere gark ederken, içlerinden kokulu iltihaplar akan koca irinler çıkan vücutlarının histerik nöbetler geçirmesine mani olamazlarken, daha ne olduğunu bile anlamadan günler içinde kasılmalarla son nefeslerini verirken başta hissedilen bencilliğin yerini fedakarlık alıyor ki bu da insanların yine aynı paydada buluşmaları ve kendilerini de diğer insanlarla aynı gemide olduğu kabul ettikleri anlamına geliyor.
Şimdi size Veba da geçen birkaç yazı dizisi paylaşacağım. Günümüz koşullarıyla olan benzerlikleri sizi ürkütecek. Çünkü ben iki gündür etkisindeyim, kitap bitiminden sonra.
” Felaketler ortak bir şeydir. Ancak başınıza geldiğinde inanmakta güçlük çekilir. Dünyada savaşlar kadar vebalar da meydana gelmiştir. Vebalar da savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar… Bir savaş patladığında insanlar, ”Uzun sürmez bu, çok aptalca.” der. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez…Felaket insana yakışmaz. Onun için felaket gerçekdışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez. Kötü rüyalar arasında İNSANLAR GEÇİP GİDER. ” Bu satırlar ( Kitabın 45 inci sayfası )aslında kitabı da, bizim şu anda içinde bulunduğumuz durumu da özetler niteliktedir.
Bu arada 63 üncü sayfada, Albert Camus un Yabancı kitabında geçen bir olaya değinmesi ve oradaki olaylar örgüsünün aynı zaman dilimi içerisinde bu tarafta yankı bulması iki kitap arasındaki zamanı paralel bir doğrultuda gerçeğe yansıtması açısından başarılıydı.
Günümüzde de başa çıkmaya çalıştığımız ve henüz çözümünü bilmediğimiz bu hastalığı veba illetinde de aynı kafa karışıklığına sebep olması ve din adamlarının da bilinmezliklerde devreye girmesi gibi günümüzde de caizlik, yardımların helal sayılıp sayılmaması gibi birçok siyasallaşmış bakış açısı mevcut ki bu bakış açısının birebir Vebada da görüyoruz.
Bilinmezlik karşısında çaresiz kalan ve rahiplerinin ağzından çıkacak güzel bir şeye muhtaç hisseden insanların duyduklarına bakalım şimdi de:
” Altın Efsane’ de Lombardiya’ da Kral Humbert zamanında, vebanın İtalya’ yı altüst etmesi anlatılır. Öyle şiddetliymiş ki çok az sayıda hayatta kalanlar, ölüleri toğrağa vermekte yetersiz kalıyorlarmış ve bu veba özellikle Roma ve Pavia’yı kırıp geçiriyormuş. Ve bir iyilik meleği ortaya çıkmış, av mızrağı taşıyan kötülük meleğine emirler veriyor, evlerin kapısını çalmasını buyuruyormuş. Kapı kaç kez çalınırsa, o evden o kadar ölü çıkıyormuş.” Bu paragrafta rahibin böyle bir açıklama yapmasının ve iyilik meleğinin cellada dönmesinin romantik bir bakış açısıyla anlatılmasının sebebi, ölümün bir kurtuluş, dahası acıların kestirip atılması suretiyle önünde sonunda gelecek olan sonun bir an önce kavuşulan bir sevgili gibi insanları alıp götürmesi bakış açısı bulunuyor. Günümüzde din adamlarının hastalıktan ölenlerin şehit olduklarını açıklaması aynı bakış açısını yansıtmakla birlikte benzerlik yine şaşırtıcıdır.
Ve rahibin söylemlerinden devam edelim. (101 inci sayfa)
”Kardeşlerim. Bugün sokaklarımızda meydana gelen aynı ölümcül av. Görün onu, şu veba meleğini, Lucifer gibi güzel ve kötülüğün kendisi gibi parlak; çatılarınızın tepesine dikilmiş, sağ eli başının seviyesinde mızrağı tutuyor,sol eli evlerinizden birini gösteriyor. Belki şu an parmağı sizin kapınıza yöneliyor, mızrak ahşabın üzerinde tınlıyor ve aynı anda veba evinize giriyor, odanıza girip oturuyor ve dönmenizi bekliyor. Orada, sabırlı ve dikkatli, sanki dünyanın kendi düzeni gibi kendinden emin. Yeryüzünün hiçbir gücü, hatta şunu iyi bilin, insanlığın işe yaramaz bilimi bile onun size uzattığı o elden kurtulmanızı sağlayamaz. Ve acının kanlı meydanında dövüldükten sonra, samanla birlikte siz de atılıp gideceksiniz. ”
İnsanların bilmedikleri bir şey karşısında dine yönelmeleri evrenseldir. Ve bu bazı insanların, kendilerini dikkatten arındırmalarına ve yaradan isterse olur bakış açısının kuvvetlenip salgının daha da yayılmasına sebep olmaktadır ki örneğini camilere ve buna benzer ibadet yerlerine ısrarla giden insanların söylemlerinde rahatlıkla görebiliyoruz.
Görev olarak valiliklerin atanması, cezaevlerindeki insanların çıkartılması gündemi, doktorların kendi hayatlarını bir kenara bırakıp bitmek bilmeyen vakalarla geceli gündüzlü uğraşmaları…gibi birçok örtüşen unsurla bugüne ışık tutan bir kitap yazılmış seneler önce.
Ve bu illetin, insanların doğaya ve doğadaki canlılara gereğinden fazla sokulmaları ve onların yaşam alanlarına tecavüz etmeleri halinde tekrarlanacak olması söz konusu edilmiş. İşte o satırlar:(303 üncü sayfa)
”Ancak bir yandan da bu güncenin kesin bir zafer güncesi olmadığını biliyordu. ( Vebanın artık görülmediği duruma gelindiği göz önünde bulundurulsun) Bu yalnızca kendi gördüğü kadarıyla korkuya ve onun tükenmez silahına karşı yapılması gerekenlerin bir tanıklığından başka bir şey olamazdı; ama aynı zamanda, içlerinde kopan fırtınalara karşın, bir aziz olamadıklarına göre, felaketleri kabullenmeyi reddederek, yine de doktorluk yapmaya çalışan tüm insanların bu korkuya karşı daha neler yapabileceğine de tanıklık edecekti anlatıcı.
Gerçekten de kentten yükselen sarhoşluk çığlıklarını dinlerken Rieux bu hafifleme duygusunun hep tehdit altında olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu neşe içindeki kalabalığın, kitaplardan da öğrenileceği gibi veba mikronun hiçbir zaman ölmediği ya da yok olmadığından, yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığından, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve kağıtlarda beklediğinden ve belki bir gün, insanların bir mutsuzluk yaşaması ya da bir şeyler öğrenmesi için vebanın kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayacağından haberi olmadığını biliyordu Rieux.”
İnsanların bir şeyler öğrenmesi, burada kilit cümle bence.
Kategori: Genel, Kitap Tavsiyeleri